Benim de dahil olduğum, 30’lu yaşlarında ebeveyn olma serüvenine başlamış olanlar için bir özeleştiridir bu yazı.
Her nesil, kendi çocukluğunda özlemini çektiği ne varsa en çok onu vererek büyütür çocuğunu. Malum bizim neslin en büyük eksiği de “özgüven”.
Bir “birey” olduğunu, fikirleri olduğunu, duyguları olduğunu fark ettiğinde; bozarak, kurcalayarak öğrenebileceğini anladığında neredeyse yetişkin olmuştu bizim neslimiz.
Ondandır “şimdiki çocuklar”ın bilmişlikleri, her şey hakkında fikirlerinin oluşu ve böylesine korkusuzca dile getirişleri.
Bir yandan da sokaklarda oynayabilen, daha 3 yaşında kalem tutmak, 5 yaşında İngilizce ve Türkçe 10’a kadar saymak zorunda olmayan çocuklardık biz. Özgürce düşebilirdik, üflerdik geçerdi. Sokaklarda oynayabilirdik hem de tek başımıza! Öyle meyve saatimiz, ara öğünümüz filan yoktu karnımız acıktı mı salçalı ekmek yerdik.
Şimdi bu özgürlüğünü kaybetti çocuklarımız. Her şey o kadar mükemmel olmak zorunda ki adam akıllı düşmeye, yaraların kabuklarını soymaya bile izin yok. Tahammülümüz yok çünkü, düşemez çocuklarımız…
Cam bir fanusta yetiştirir gibi yetiştiriyoruz onları. Üzerlerine toz konmadan, ne üşümelerine, ne termelerine fırsat vermeden…
Sanki biraz fazla oluyoruz? Her şeyi bilerek ama hiçbir şey öğrenmeden büyüyor çocuklarımız.
Anne – babalar, çocukların üzerinde birer bulut gibiler.
Ama yalnızca gölge olmak yetmiyor; izin verelim güneşi görsünler, yağmurda ıslansınlar, rüzgar iliklerine işlesin… Ve bizim hayatımızın bir parçası olarak kalmaktansa kendi hayatlarına hazırlansınlar…